Select Language EN / TR
Ali Esad Göksel

Ali Esad Göksel

Mimar, Akademisyen, Yazar

Koleksiyonerlik, insanın sevdalandığı herhangi bir konunun peşinden gitmesi demek. Bu bir sevda yani!

24 Nisan 2017

Derin yaşama kültürünü mimarlık, akademisyenlik, yazarlık gibi hem meslek hem uğraş alanlarıyla harmanlamış bir isim Ali Esad Göksel. Uşak Halılarından, Bizans İkonalarına, arkeolojiden resim heykel gibi klasik sanat eserlerine dek çok geniş bir ufka yayılmış koleksiyonunu yaşamının bir parçası haline getirebilmiş ender kişilerden. Koleksiyonerliği titiz bir öğrenme süreciyle taçlandıran Göksel’in mini bir müzeyi andıran çalışma ofisine ve keyifli sohbetine konuk olduk.

 

En klasik sorudan başlayalım, bir şeyler toplamaya ne zaman ve nasıl başladınız?

 

Yurtdışındaki eğitimimi bitirip Türkiye’ye gelince Üniversiteye girdim. O zamanlar YÖK ün olmadığı bir devirde fevkalade özgür ve neredeyse sınırsız hareket kabiliyetine sahip bir kürsüde idim. Kürsümüzün başkanı Süha Toner’di. Kendisi o sırada başkanı olduğu Moda Deniz Kulübünü de çok önemsiyordu. Dolayısıyla kürsüde bir sıkıntı yoksa “arkadaşlar çalışın” derdi. Serbest zamanımız dahi olurdu. O zaman ben de normal şartlar altında bir asistanın hakimiyetinde olmayacak bir kararla lisansüstü için bir ders koymayı önerdim. Kısaca bir takım eski bilinen büyük mimari binaların planlanmasının, tasarımının rekonstrüksyonunu denedim. Yani örneğin Roma’daki Pantheon’u ele alıp, geri dönerek onun nasıl tasarımlanmış olabileceğini, muhtelif planlama aşamalarının neler olabileceğini araştırıyorduk. Böyle beş altı yapıyı söküyor, onun nasıl yapılmış olabileceğini keşfetmeye çalışarak tekrar birleştiriyorduk. Tabii ben de çok gençtim ve öğrencilerle aramızda birkaç yaş vardı. Bunun dışındaki tek fark doktoramdı. Kızlar bana aşık, erkekler ise beni gömmek istiyorlardı (gülüyor). Dolayısıyla hayatımın en sert sürecini yaşadım. Mahcup olmamak derdinde, deli gibi çalışıyorum. Böyle bir şeye belki de asla kalkışmamak lazım çünkü çok zor bir ara alan...

 

Fakat “cahil cesur olur” derler, ben de bir kere girdim suya... Ve dediğim gibi kürsümüze mahsus sınırsız özgürlükle işler kolaylaşmakta idi. İşte tam o sıralar ben arkeolojiye merak saldım ve Türkiye böylesi bir ilgi ve merak için, inanılmaz ölçekte yataklık edebilme imkanlarına sahipti. Sosyetemiz henüz arkeolojiye meraklı değildi. Dolayısıyla iki tane alıcı tipi vardı. Birincisi yurtdışındaki yabancı alıcı potansiyeli... Ki çok şükür onun önünce çok ciddi yasal engeller vardı. İkincisi ise benim gibi “saf salaklar”. Bu yarım yamalak bilgimle o zamanlar çok doğru bir şey yaparak Kapalıçarşı’ya gitmeye başladım. Kapalıçarşı’da bir esnaf takımı vardı ki... Her tür "mal" tasnif olunmak üzere bunlara gelmekte idi. Yurtdışına gidecek mallar yurtdışına gidiyor, gitmesine gerek duyulmayan mallar da burada sirküle olunuyordu. Bu esnaflardan birisi şimdi vefat etmiş olan Halo Dayı idi... Ve neden bilemiyorum ama belki de naif ve iyi niyetli bulduğu için beni sevmişti. 

 

Bir gün “yanı başıma otur” dedi ve ekledi: “Bu işi öğrenmenin bir tek yolu var, getirilen eserlere dokunacaksın... Dokunma skoru arttıkça ve kafan çalışıyorsa malzemeyi tanıyıp öğreneceksin”. Söylediği çok doğruydu. Mekanı cennet olsun, derya bir adamdı... Bir malı alır ağzına götürür, dişine sürer ve sana hakiki mi sahte mi söylerdi. Yani sahadan beslenen bir deneyim söz konusu. Elbette bu öyle bir şey ki orada bu işi öğrendikçe, kendini daha iyi hissediyor ve ilgilendiğin şeyi daha çok seviyorsun. Çünkü bir şeyi bilmiyorsan kenarında köşesinde dolaşırsın. Oysa bilgin arttıkça sevginde çoğalıyor. Ben de öyle oldu, yani öğrenmemle sevgim birlikte gelişti.

 

Fakat açıkçası, bence ben bir koleksiyoner değilim. Çünkü bir koleksiyoner yürüyeceği sahayı limitler, mümkün olduğu kadar daraltır. O kulvarda yürüyerek oraya hakim olur. Ben ise “şıpsevdi” karakterliyim...(gülüyor). Kah birinden, kah bir diğerinden hoşlanırken benim iyi bir koleksiyoner olmam mümkün değil ki... Bu yapım gereği zamanla başka başka şeylere merak sardım.

 

Sizin için değerli olan parçalardan örnekler vererek koleksiyonunuzun içeriği hakkında bilgi verir misiniz?

 

Meraklandığım şeylerden biri de kaligrafik yazılar olan “Edirnekari” hatlardır. Bizim kendi kültürümüz olarak miras kalan şeylere giderek ilgim artmıştı. Babam çok inançlı bir insandı ve bu anlamda elbette üzerimde etkisi olmuştur. Dediğim gibi ilk başlarda özellikle beğendiğim Edirnekari kaligrafik yazılardı. Onlara merak sardım ve tabiri caiz ise epey bir "düşüp kalktık" onlarla. Fakat tabi bütün bunların içinde çok çeşitli önemli noktalar vardı. Mesela Güzel Sanatlar Akademisi'nde yazı dersimize gelen öğretmen Emin Barın'dı. Kendisi geleneği sürdüren bayrağı taşıyan ve aynı zamanda Modern Türkiye'deki en önemli hattat idi. Dolayısıyla üzerimizdeki etki yelpazesi genişti. Yani bilgi, ilişki, şans gibi pek çok motive edici şey. Atölyesinde toplantılar olurdu. Hatta kendisiyle birlikte mimari bir workshopa "Ahmet Hamdi Tanpınar için Ev" çizerek bir proje bile yaptığımızı hatırlıyorum.

 

“Mimar olarak bana şurada arazim var sana proje çizdirmek istiyorum denilse on gün sonraya randevu verebilirim. Ama “dedemlerden bir taş kaldı" beyanı üzerine göreyim diye kesinlikle bu akşam yola koyulabilirim.”

 

 

Sonra ne olduysa birden bire dedim ki ben “Bizans İkonalarını” öğrenmek istiyorum. Böylece onlara yöneldim. Çünkü anladım ki Bizans da bizim kültürümüzdü aslında... Bize miras kalmıştı. Bir şeyin sahibi nasıl olursun diye sorduğumda cevap nedir? Eğer sahip olmak istiyorsan, bilmelisin diyorum. Yoksa cehalet ile kenarından tutarsan başkaları meşgul olur ve sahip çıkarlar. İmparatorluğun başkentindeydim ve çalıştım, bir amatörün öğrenebileceğini öğrendim. Sonrasında karar verip ikonaları toplamaya başladım. Bir de böyle bir huyum vardır, herhangi bir şeyi öyle gözüme güzel göründüğü için toplayamam. Kesinlikle öğrenmek ve o saha hakkında bilgi sahibi olmak istiyorum. İkonalar için hangi dönemlerde, hangi etkiler olmuş veya ikonografisi nedir gibi pek çok detay.

 

Alım açısından da zaman yine çok uygundu çünkü Sovyetler Birliği dağılıyordu. Ekonomik zorunluluklar insanları her şeyi satmaya yönlendiriyordu. Eski Doğu Bloku coğrafyasından buraya içlerinde pek çok güzel ikonanın da olduğu bir sürü şey geldi. Dolayısıyla "Bizans Sonrası İkonaları" tabir edilen eserlere ulaşabilmek mümkündü. Gerçekten iyi parçalar vardı.

 

Derken başıma bir dert geldi, zamanla aldığım bazı eserlerde teknik sorunlar yaşadım. Başka iklimlerden buraya geldikleri için eserler buranın ikliminde çalışmaya başladılar. Bulundukların yerin ısı-nem dengesiyle buranın ısı-nem dengesi birbirinden dramatik ölçüde farklıydı. Tabi hemen bu alanda çok iyi olan müze yetkililerine sorunla ilgili başvurdum. İlk tavsiyeleri eserleri çatlatıp dökülmelere karşı dik tutmayın yatırın oldu. Çatlasın zararı yok toparlarız, eserler biraz dinlensin diye eklediler. Tabi bir müzecinin "birazı" ile sıradan insanların "birazı" epey farklı, onların kastı en az 4-5 yıldı. Koleksiyondaki büyük parçalar yaklaşık 3 yıldır dinleniyorlar. Süreç bitince de restore edilecekler. İlk anda karalar bağladım ve durum karşısında ne yapacağımı şaşırdım. İlk telaş sonrasında sakin olmak gerektiğini hayatta her şeyin yolunun olduğunu düşündüm.  Bizim gibi eser toplayanlar için böylesi bir durum belki de dünyanın en berbat duygusu. Fakat işin uzmanı profesyoneller içinse sükunet ile karşıladıkları bir şey. Ve yeter ki sabır olsun, eserler iklime alışsın öncelikle diye yaklaştılar konuya. Yine de kesin bir şey söylemek mümkün değil.

 

“Koleksiyonum elbette kişiliğimden bir şeyler kattığım ve kendi hikayemi anlatma aracım. Mevlana’nın deyişiyle “hamdım yandım piştim”. Bunlara dokuna dokuna pişiyorsun, tecrübe ede ede. Koleksiyonum olgunluğa geçişimin hikayesidir.”
Ali Esad Göksel Ali Esad Göksel Ali Esad Göksel
“Hevesli kimselere en önemli tavsiyem şu: Her neye heves ediyorsanız onun ne olduğunu öğrenin.”

Koleksiyonlarınızı nasıl oluşturduğunuzu anlatır mısınız? Bu tutku nelerden besleniyor?

 

Sonuç olarak sakin bir insanım, büyük masraflarım yok. Ve beğendiğim ya da sevdiğim şeyleri almak için mizaç olarak daha dirençsizim. Hele bir de kafaya takmış isem… Sonra yaşadıklarım nedeni ile Bizans İkonaları konusuna daha temkinli bakmaya başladım ve frene bastım. Kendime hemen yeni bir sevgili buluverdim. Türk Halıları almaya karar vermiştim.

 

Örneğin gördüğünüz iki halı 16.yüzyıla ait. Yani beş yüz yıllık ve aynı şehirde Uşak’ta yapılmış. Yine de birbirlerinden ne kadar farklı şeyler olduklarına dikkatinizi çekmek isterim. Eser Teksas’taki bir müzenin koleksiyonundan. New York Christie's 'de düzenlenen müzayededen satın aldım. Kaynağı dolayısıyla bilinen bir hikaye bu ve "Uşak Lotto" deniliyor bunlara.

 

Çünkü zaten o zamanlar dahi çok makbul olan bu halılar bizim gibi "mortal-ölümlüler" için değil, "immortal-ölümsüzler" için üretilen, Saray'a veya yurtdışına gönderilen eserlermiş. O zamanın en üst düzey lüks ürünleri ve öyle parasını vererek dahi kolayca alabileceğin şeyler değiller. Sipariş yazdırıp değerlendirmeye tabi tutulduğun bir süreç işliyor.

 

Bu halılar örneğin, 1550’lerde dönemin Venedik Doge’u için yapılmış. “Doge” kendi resmini yaptırmak isteyince Venedik Ekolüne bağlı önemli ressam Lorenzo Lotto’ya (1480 – 1556/57) bir portre ısmarlanmış. Kompozisyon kurgusu yapılırken ressam, Doge’un yaşam alanında yer alan bu halının masanın üzerine yerleştirilmesini önermiş ve halı böylelikle resme yani tarihe dahil olmuş.

 

Yine başka bazı eserlerinde de bu üslupdaki Uşak Halıları görüldüğü için literatüre “Uşak Lotto” olarak girmiş halılar bunlar. Elbette Avrupa resminde uzun dönemler pek çok Türk Halısı görmek mümkün. Doge tarafından metresine hediye edilmiş, aile çok uzun süre halıyı muhafaza etmiş ve sonunda 1800’lü yıllarda Teksaslı bir milyonere satmışlar. O da bunu kurduğu müzeye hediye etmiş. Amerika’daki son büyük ekonomik durgunlukta müze paraya ihtiyaç duyunca kaynak yaratmak açısından depolarda son 25 yıldır sergilenmeyen eserlerin satışına karar verilmiş. New York’ta tüm dünyanın ilgisini çeken özel büyük bir müzayede yapıldı. Geceyarısı telefonla katıldığım müzayededen, cüretimi dahi zorlayan bir hamle ile bu parçayı aldım. An itibari ile çok da memnunum bundan açıkçası.

 

“Bazen neden herkes gibi günlük ve daha makul şeylere para harcamıyorum diye düşünüyorum. Verdiğim cevaplardan en can alıcısı keşif oluyor. Nadir şeyleri keşfetmek, fethetmek ve dokunabilmek.”

 

 

Ondan sonra çok zevk alınca tabi bu alanda başka neler var, neler oluyor diye merak ettim. Uşak’ta başka şeyler de yapmışlar. Osmanlılar çok ilginç, biz yaptıkları ile sürekli övünüyoruz. Ama inanın haklarındaki bilgimiz neredeyse sıfır! Gerçekten, buna ucundan çalışmaya başlayan birisi olarak kendimi de katıyorum. Şurası kesin magazinsel olmayan hiçbir şeyi bilmiyoruz. Örneğin Osmanlı Transilvanya’yı aldığı zaman ne yaptı? Sistem şöyle kuruluyor; öncelikle yerel olan hiçbir şeye karışılmıyor ve çoğu kez mahalli halktan birisi yönetici olarak tayin ediliyor. Bu şahıs genellikle aristokratlardan birisi oluyor. Elbette Saray’ın adamları da oradalar. Herkes Saray’ın adamlarına ve ne yaptıklarına nasıl yaşadıklarına çok dikkat ediyor. Transilvanya’da birdenbire bakıyorlar ki Türkler çok geniş bir halı kültürüne sahipler. Sosyal yaşamda; çocuk doğunca, düğünlerde ve hatta ölümde halı hep işin içinde. Öte yandan henüz Katolik olmuş halka, Transilvanya Kiliseleri hep korku dolu cehennemi anlatarak propaganda yapıyorlar. Biraz da cenneti anlatmak istediklerinde nasıl yapabileceklerini düşünürken adeta cennet gibi rengarenk ve çiçeklerle bezeli halılarımıza kapılıyorlar. Tez elden Uşak’a halılar sipariş ediyorlar. Şu an bu halılardan artık dünyada çok az temiz örnek var, gerisi kaybolmuş. İşte bunları akademisyenler “Uşak Transilvanya” diye adlandırıyor. Bizim elimizde neredeyse yok gibi. Sadece müzelerde bir kaç parça… Kalanlar ise Transilvanya’da.

 

Bu halılar nerede ise hiç bozulmamışlar. Çünkü birincisi, kilise malı olduğu için çalınmıyor. İkincisi yerlere değil, duvarlara asıldığı için çiğnenmemişler. Üçüncüsü, kilisenin içinde nem değişmediği gibi ışıkta sabit, genellikle loş. Minnettar olmamızı gerektiren bir durum yani.

 

Tabii bu çok ilginç bir şey. Çünkü bir takım oryantalist meraklar böyle başlıyor. Mozart’ı “Türk Marşı” bestelemeye veya mimarları doğu hakkında düşünmeye iten hikayeler bu ilişkilerle temaslarla şekilleniyor. Benim çok merak sardığım bir dönemde belki de şansızlık olarak özellikle Abu Dhabi gibi kendi müzelerini kurmak isteyen Emirlikler ortaya çıktı. Fiilen 1950’lerde kurulmuş bu Emirlikler kendi kültürlerini sunabilecekleri uzun bir geçmişe sahip olmadıkları için akıllı bir biçimde “İslam Medeniyetleri” üzerine müze ve koleksiyonlar oluşturmaya başlayıp her tür esere alıcı oldular.

 

Benim gibi bir alıcı on verebiliyorsa, onlar on milyon veriyorlar. Yani korelasyon böyle. Aynı şey çağdaş sanat için de geçerli, mesela Prenses Al Thani bugün Art Basel’deki en önemli şahıs. Milyar dolarlarca bütçeleri var!

 

Dediğim gibi bir yandan da çok mesudum. Ağlamayı seven bir insan değilim. Öyle bir karakterim yok, üstelik kendimi de tanıyorum. Yani defolarımı avantaj haline çevirmek istiyorum. Hani şıpsevdi olarak durmadan başka şeylerde ya gözüm (gülüyor). Sonrasında bu da iyi bir şey olmalı diyerek ona kilitleniyorum!

 

Sanat eseri olarak neler topluyorsunuz? Ayrıca bakir bir alan önerir misiniz?

 

Modern Türk Resmi ile, hoş bu “modern veya çağdaş” lafı tuzaklı bir tabir, o yüzden tam söyleyeyim 1980 sonrası Türk Resmi ile çok yakından ilgiliyim. Her şeyi bilmek istiyorum. Fakat sahip olmak arzusunda değilim. Kim ne yapıyor bilmek istiyorum, öğrenmek ve etkilenmek istiyorum. O devir öncesine yani 1920 – 1980 arasına ise sahip olmayı istiyorum. Bu bir tepki değil, naif daha çok şahsi bir tercih.

 

Bakir bir alan olarak günlük hayatta kullanılmış olan kumaşların toplanmasını çok isterim. Yavaş yavaş yurtdışında toplanılıyor. Ayrıca bugün düzgün bir “Osmanlı Kumaşı” ciddi rakamlara yükselmeye başladı. Bizde bu konuda Topkapı Sarayı’nda üst düzey eserler var. Fakat biliyorum ki Anadolu’da hala çok şey var. İmparatorluk böyle bir şey. Ummadığın yerlerden bir şeyler çıkabiliyor. Diğer taraftan bu malzeme çok hassas, çabuk bozulup yok olabiliyor. Yine bildiğim kadarıyla bizdeki en iyi koleksiyonerlerden birisi Hasan Çolakoğlu. Konunun ülkemizde tamamen bakir olduğunu da düşünmeyelim.

 

Peki, koleksiyonunuzu bir yatırım olarak değerlendirir misiniz?

 

Koleksiyon bir yatırım mıdır sorusuna kim “hayır” diyorsa samimi değildir. Yalan söylüyordur yani. Tabii ki yatırım. Ben burada ki eserlerimden hiç birini satmam. Babamdan alıntılayarak söylersem “Allah sattırmasın!”. Elbette güncel olarak bir şeyin fiyatı nedir biliyorum. Özellikle bankacılar bu konularda eskisi gibi değiller, her şeyi anlatıyorlar. Gönderip al da oku diye adeta gözünüze sokuyorlar. Bu durumda elindeki bir Matisse eskizinin ne kadar olduğunu bilmiyorsan bu senin hatan! New York’ta bitpazarından şans eseri 100 dolara aldığın Matisse eskizinin 180 bin dolar olduğu durumda bu elbette bir yatırımdır.

 

Şunu eklemek istiyorum, yatırım deyince bir yönüyle masum olmayan ve zor anlaşılır bir kavramdan spekülasyondan da bahsediyor olunabilir. Şahsen amacım katiyen o değil. Fakat günün birinde milyonda bir bir ihtimal olarak satmayı düşünürsem hiç kuşkusuz gerçek fiyatını bilmek isterim.

 

Bir de başlı başına yatırım amaçlı satın alanlar var. Ne diye olmasın. İlgilendiğim başka bir konu olan şaraptan örnek vereyim Bakın, farzı misal elinizde “1999 Romanée Conti” var. Ve biliyoruz ki bugün Hong Kong’ta şişesi 40,000  dolar. Onbeş sene önce şişesi 2,000 dolar olan şaraptan kazanılabilecek parayı hayatta ne yaparsak yapalım kazanmak mümkün değil. Ezcümle çok karlı bir alan ve sizi buralara yönlendiren yatırımcılar ve danışmanlar var. Oluşturulan havuzdan yatırım danışmanları ve ilgili malzemeye hakim kişilerin tavsiyeleriyle uzun süreli stratejiler belirleyip alımlar yapılıyor. Bu da piyasanın oluşmasını veya domine edilmesini sağlayabiliyor ki yatırım lafından bazen bunu da anlıyorum. Bu da doğal bir şey. Aslında neden olmasın ki? Sahip olduğun bilgiyi koleksiyon için değil de yatırım amacıyla kullanıyorsun. Bu ayıp mı? Bence katiyen! Ama şunu da ekleyeyim, bana göre değil.

 

Koleksiyonunuzun geleceğine dair planlarınız var mı?

 

Tanıdığım herkes bana doğrudan koleksiyonumun geleceği hakkında “müze yapmayı düşünüyor musun?” diye soruyor. Hayır. Birincisi param yetmez yani finanse edemem. İkincisi müze gibi bir kuruma sahip olabilmek için insanın bir iz üzerinde yürümüş olması lazım. Halbuki ben çok geniş bir ilgi alanında, zik zaklar çizerek farklı yönlere yürümüşüm. Ayrıca yürümeye de devam ediyorum. Fakat tabii ki koleksiyonumdaki eserler zaman zaman akademik çalışmalara konu olabiliyor. Mesela geçenlerde James Mellaart’ın keşfettiği “Hacılar Höyüğü” üstüne çalışma yapan alanında önemli bir isim yazdığı kitap için 40-50 civarı eseri sordu. Elbette bu tarz akademik araştırmalara yataklık etmek bizim için bir şereftir.

 

Benim sonraki nesil olarak oğlum var. Kendisi tüm bu eserlerin içinde nefes alarak, temas ederek, dokunarak büyüdü. Şaka ile karışık “benden sonra satacak mısın?” diye sorduğumda kati bir cevabı var, “Tabanca dayasalar satmam” (gülüyor).

 

“Koleksiyonerlik bence bir ülkenin, bir ulusun kültürü için önemsenmesi gereken çok değerli bir sıfat. Sebebi ise şu: Bunlar aslını isterseniz bir tür sivil toplum kuruluşları gibi. Devletin üzerinden, devletin yapmasını beklediğimiz bir yükü alıyorlar ve o misyonu yerine getirdikten sonra emaneti gelecek kuşaklara devrediyorlar. Ki buna müteşekkir olmalıyız.”

 

 

Koleksiyonerlik nedir?

 

Bazen neden herkes gibi günlük ve daha makul şeylere para harcamıyorum diye düşünüyorum. Verdiğim cevaplardan en can alıcısı keşif oluyor. Nadir şeyleri keşfetmek, fethetmek ve dokunabilmek çok hoş bir his! Ki hiç şüphesiz besleniyorum bunlardan. Bazen anlayamıyorum, bizden bir önceki nesil kıymetli şeyleri vitrine camın arkasına koyarlardı. Saygı duymakla birlikte anlayamıyorum. Yani tabi ki korumak lazım ama dokunmak da lazım! Eser kesinlikle yaşam alanımda durmalı ve de yaşamımın bir parçası haline gelmeli. Bu türden bir deneyim önemli benim için.

 

Koleksiyonerlik, insanın sevdalandığı herhangi bir konunun peşinden gitmesi demek. Bir ilişki gibi düşünebilirsiniz. Tutulduğun ve her şeyini öğrenmek istediğin kadının peşinden aşkla gidiyorsun. Bu bir sevda yani!

 

Eser alımlarını nasıl gerçekleştiriyorsunuz?

 

Eserleri topladığım her dönemde ilgilendiğim eserlere farklı erişim kaynakları ve tarzlarım oldu. Türkiye bir dönem nerede ise sınırsız ama bugün artık sıkıntılı da olabileceği gözüken bir özgürlük alanıydı. Her şey Kapalıçarşı’da idi. Kendi başına kolayca ulaşılabilir yani. Bu herkesçe bilinen bir şeydi. Bugün ben halen arkeolojiye çok meraklıyım, fakat esere sahip olma arzuma gem vurmuş halde.

 

Mimar olarak bana şurada arazim var sana proje çizdirmek istiyorum denilse on gün sonraya randevu verebilirim. Ama "dedemlerden bir taş kaldı" beyanı üzerine göreyim diye kesinlikle bu akşam yola koyulabilirim.

 

Pekala, neden almak istemiyorum? Alamama sebeplerimden birisi artık bu eserler çok pahalı. İkincisi de müzeler çok fazla eziyet etmeye başladı. Eski dönemdeki kontrolsüzlük hali ne kadar sorunlu ise, bu kadar sıkıntının da ek bir sorun olduğunu düşünüyorum; çünkü ve ne yazık ki ekonomi boşluk tanımıyor. Elinde bu tarz eser olan kişiler bunu satmak istediklerinde sıkıntısız başka bir yer arayacaklardır, bu kadar basit.

 

Türkiye bazı açılardan tuhaf bir ülke oldu. Mesela “Konya Halı” almak istiyorum ve adamın elinde halının bütünü değil sadece bir parçası var. Halı dedesinden kalmış, paylaşılamayınca ne oluyor? Ortasından kesiyorlar, sonra tekrar kesiliyor falan. Maalesef şaka gibi, ama değil. Burada böyle fragmanlar var. İlgilenebileceğimi bildikleri için böyle çokça şey geliyor haliyle. Fiyatını soruyorum Christie’s ya da Sothebys Müzayede Evleri ile eşit müzayede fiyatını söylüyorlar. Ve neden o fiyat olmaması gerektiğini ve olamayacağını anlatabilmeniz asla mümkün değil. Bu tarz şeyler yaşayınca insan ister istemez yurt dışına yönelmeye karar veriyor. Çünkü orada halen şans eseri bir şey yakalamak mümkün.

 

Eser toplarken yaşadığınız ilginç bir hikayenizi paylaşır mısınız?

 

Antalya’da bir müşterime yaptığım büyük bir otel için İtalya’ya mobilya almaya gittik. Venedik’teyiz, müşterim eşi ile otelde dinlenirken ben de dışarı çıktım. Daha önce yaşadığım ve çok sevdiğim bu şehirde hasret giderircesine akşamüzeri rasgele geziniyorum. O kış günü profesyoneller için kurulmuş bir bitpazarına rastladım. Talih bu ya artık kapanmak üzere toparlanmaya başlamışlar. Dolaşırken genç güzel bir satıcı kıza denk geldim. Tezgahında 20 x 20 santim bir İznik Çinisi duruyor. Fiyatını sorunca “Alıcı mısın yoksa sohbet etmek mi istiyorsun?” diye cevapladı. İkisinden de biraz diye cevaplayınca, “Açıkçası fiyatını tam olarak bilmiyorum annem yeni ölmüş bir arkadaşının evinden aldı, 200 euro ver” dedi.

 

Şimdi hemen parayı çıkarıp vermem lazım ama üzerimde o kadar nakit yoktu, dedim ki “100 dolar vereyim akşam da beraber yemek yiyip şarap içelim?”. “150 euro” dedi. Hemen çıkarıp ödedim. Değeri 5-6,000  poundluk bir parçaydı ve oralarda her zaman olmasa da böyle şanslar olabiliyor.

 

Bu bir piyango: Yani düşünsenize kışın Venedik’te gezinirken tesadüfen gördüğün bir pazardaki güzel kızı beğenip tezgahında bir hazineyle karşılaşmak!

 

Koleksiyonerlik ruhu size ne ifade ediyor diye sorsam?

 

Koleksiyonerlik bence bir ülkenin, bir ulusun kültürü için önemsenmesi gereken çok değerli bir sıfat. Sebebi ise şu: Bunlar aslını isterseniz bir tür sivil toplum kuruluşları gibi. Devletin üzerinden, devletin yapmasını beklediğimiz bir yükü alıyorlar ve o misyonu yerine getirdikten sonra emaneti gelecek kuşaklara devrediyorlar. Ki buna müteşekkir olmalıyız.

 

Milano’da İngilizce yayımlanmış “Türk Halılarının Lisanı ve Kökenleri” diye bir kitap var. Yazarlardan birisi “Anadolu Neolitiği”nin öncüsü Çatalhöyük’ün keşfini sağlayan ünlü Arkeolog James Mellaart. Diğeri önemli bir halı uzmanı ve sanat tarihçi Udo Hirsch. Üçüncü yazar da değerli bir kilim uzmanı ve müzeci Belkıs Balpınar. Üç ciltlik, baskısı olmayan bu çok ilginç eserin, bizim açımızdan sevindirici bulduğum, anlattığı şey şu; zannedildiği gibi her şeyimizi Orta Asya’dan yüklenip gelmediğimiz aşikar. Bugün halılarımızda gördüğümüz lisanın neredeyse yüzde yüzü Anadolu’dan. Tarih öncesinden günümüze kadar görülen antik uygarlıklardan miras alıp yorumladığımız şeyler. Bu bence bizim çok övüneceğimiz bir şey. Burada bir kültür buluyor ve onu dışlamıyor, onu reddetmiyoruz. Kendi değerlerimizle yeniden yorumlayıp daha yüksek bir kültür haline çeviriyoruz. Hitit, Urattu, Frig, Grek, Roma, Bizans’tan gelen ortak, zamanla değişmiş, dinamik bir dil.

 

Dolayısıyla ilk olarak işte bu süreklilik çok önemli. İkincisi, koleksiyonerlik nedir? Koleksiyoner kimdir? Bunları dediğimiz de bir konuyu gerçekten kafasına takmış kişiden söz etmekteyiz. Belirli bir konunun peşinde araştırıp okuyan bir kimse. Tabii olarak çok da önemli bir işlevi olan kıymetli bir hizmet yapan kimse. Aldığı eserleri bilgi odaklı bir faaliyete konu eden bir nevi kurum aslında koleksiyoner dediğimiz. Bu anlamda da sonraki nesle topladığı bilgi ve kültürü miras bırakan kişilerden bahsediyoruz.

 

Bir şeyler toplamaya heves etmiş kişilere neler önerirsiniz?

 

Hevesli kimselere en önemli tavsiyem şu: Her neye heves ediyorsanız onun ne olduğunu öğrenin. Sırf moda diye gidip bir şeyler almamak lazım. “Sevdiği şey nasıl, nerede, ne zaman hangi malzemeden yapılmış? Hikayesi ne, maddi değerinin yanında kültürel değeri nedir?” gibi sorularla peşine düşmeli.

 

Öğrenip sevsin. Eseri hayatında sadece bir dekoratif öğe olmaktan çıkarsın. Koleksiyonum elbette kişiliğimden bir şeyler kattığım ve kendi hikayemi anlatma aracım. Mevlana’nın deyişiyle “hamdım yandım piştim”. Bunlara dokuna dokuna pişiyorsun, tecrübe ede ede. Koleksiyonum olgunluğa geçişimin hikayesidir.

 

 

Bu röportaj, TEB Özel için Art50.net adına Ali Gazi tarafından gerçekleştirilmiştir.

Ali Esad Göksel müze-ofisinde
1/10
Transilvanya Uşak Halı, erken 17. yüzyıl
2/10
Erken 18. Yüzyıl' dan bir "post Byzantine icona”
3/10
Erken 16. yüzyıl, mermer çeşme, iki cepheli, kitabeli, Sultan Kasrı bahçesinden
4/10
Ali Esad Göksel mimari ofis katında, elinde Hilmi Ziya Ülken’in Sabiha Sultan’a imzaladığı Aşk Ahlakı kitabı, Neslişah Sultan Kitaplığından
5/10
Hilmi Ziya Ülken’in Sabiha Sultan’a imzaladığı Aşk Ahlakı kitabı, Neslişah Sultan Kitaplığından
6/10
Selçuklu Çift Arslan Başı
7/10
Tipik bizans işçilik ve tezyinatı
8/10
150 yıllık edirnekari hat levha
9/10
1900 yıllarından Siyah Kalem Ekolünden bir Rus ressamın yağlıboya eseri
10/10