Select Language EN / TR
Serdar Gülgün

Serdar Gülgün

Osmanlı Sanatı Uzmanı

Koleksiyonerin eşyadan önce kendine yatırım yapması lazım.

07 Aralık 2015

Serdar Gülgün’ün Çengelköy’deki köşkünde engin bilgisi ile şekillenmiş bir Osmanlı sanatı koleksiyonu var, ancak birçok koleksiyonerin aksine eserleri gizli bölmelerde, uzak depolarda ya da dokunulmaz mesafelerde tutmuyor. Tutku ile hayat bulan koleksiyon, Serdar Bey’in yine tutku ile yaptığı işlerle birleşmiş ve onun yaşam biçimi haline gelmiş. Adeta dev bir enstalasyonun içine girip, eve attığımız ilk adımdan itibaren Osmanlı’yı yaşıyoruz. Osmanlı Sanatı Uzmanı Serdar Gülgün’den samimiyet ve içgüdüselliğin ruhuna işlemiş bu koleksiyonun hikayesini dinledik.

 

Oturduğunuz köşkün hikayesi ile başlayalım. Buranın tarihini biraz anlatır mısınız?

 

Burası 1860ların binası. İsmi, Macar Feyzullah Paşa köşkü.

 

1800'lü yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na karşı ayaklanan ve ihtilal başarısız olunca Avusturyalıların ezeli düşmanı olan Osmanlı'ya sığınan Macar askeri Josef Kohlmann, ihtilalı yaptığı arkadaşlarını toplayıp İstanbul’a gelir. Sultan Abdülmecit İstanbul’da kendilerine sığınma hakkı verir. Fakat Avusturya onları cezalandırmak için geri isteyince İstanbul’da olmaları büyük bir problem haline gelir. Bu nedenle dinlerini ve isimlerini kağıt üstünde değiştirip Müslüman olurlar ve Josef, abartılı bir Müslüman adı olan Feyzullah ismini alır.

 

O yıllarda Ruslar’a karşı yapılan Kırım Savaşı devam ediyor. Feyzullah da Osmanlılar’la savaşa katılır. Çok başarılı bir kumandan olduğu için dönüşte Padişah Abdülmecit ona “Paşalık” ünvanı verir ve ömrü boyunca Macar Feyzullah Paşa olarak kalır.

 

Macar Josef Kohlmann, Feyzullah Paşa’ya dönüyor...

 

Evet, kendisi bu arsayı alıyor ve köşkü yaptırıyor. Deniz kıyısında bir yer istemiyor. Macaristan’dan geldiği için yeşillikli ve dağların içindeki bir yer tercih ediyor ve burayı yazları av köşkü olarak kullanıyor. İçeride eski Çengelköy’ün salatalıklarının yetiştiği bostanlara bakan bir vadi var.

 

Koleksiyonerlik harika birşey, fakat çok maddiyata odaklı gözüküyor. Çünkü işin özünde bir eşyaya sahip olmak ve onu biriktirmek var; oysa bence manevi değeri daha ön planda olmalı. Bence koleksiyoner olmak için illa çok kıymetli şeyler biriktirmek gerekmiyor.
Serdar Gulgun Serdar Gulgun Serdar Gulgun
Okul yıllarında, 17-18 yaşlarında harçlıklarımı biriktirip birşeyler alıyordum. O zaman sahaflarla çok ahbaplık ederdim.

Bu tür tarihi binaların iç dekorasyon işlerine de devam ediyorsunuz. Aslında bu köşk de başlı başına bir koleksiyon parçası, bir sanat eseri değil mi?

 

Dediğin çok doğru. Esasında bunun oluşturduğu bütün tek başına bir eser.

 

Bir enstalasyon gibi…

 

Bunu yurtdışından gelen bir misafirim de söylemişti. Çünkü topladıklarıma benzer eserler başka yerlerde de olabilir. Daha iyileri, daha kötüleri vardır, orası önemli değil. Asıl kıymetı, tüm bunların bir küratör gözüyle, bir enstalasyon gibi bir araya getirilmesinden oluşan bütünün yarattığını düşünüyorum.

 

Koleksiyon yapmaya ne zaman başladınız? İlk ne almıştınız?

 

Okul yıllarında, 17-18 yaşlarında harçlıklarımı biriktirip birşeyler alıyordum. O zaman sahaflarla çok ahbaplık ederdim. Çünkü beni eski yazı, Osmanlı yazısı çok ilgilendiriyordu. Bütün aldığım eserleri de o gözle seçtim. İçeriği de beni ilgilendirdi ama asıl grafik olarak bakmayı tercih ettim.

 

İlk aldığım eser hala benim yatak odamda asılıdır. 2. Mahmut’un bir beratını almıştım. Genç birisinin böyle şeylerle ilgileniyor olması sahafların da çok hoşuna gidiyordu. Ardından Osmanlı nakışlarına yöneldim. Beni Osmanlı dünyası cezbediyordu.

 

Hat sanatının size en etkileyen yönü nedir?

 

Hat sanatında malzeme harflerle sınırlıdır, perspektif ve üçüncü boyut yoktur. İki boyutlu olup bu kadar dar bir malzemeyle bu denli çeşitleme ve yaratıcı iş nasıl yapılabilir? Soyut sanatın bir öncüsü olduğunu düşünüyorum. Artık bir lalenin doğada gördüğümüz gibi değil de, o sanatçının stilize ettiği çizimde ortaya çıkması bence Osmanlı sanatına çağdaş bir hava katıyor. Batı sanatıyla mukayese ettiğimde bu yönü beni çok etkiledi.

 

Hat sanatından etkilenip soyut eser üreten sanatçılar kimler?

 

Mesela Picasso, Miro etkilenmiştir derler. 1948’de kurulmuş Cobra isimli sanat akımının da hat sanatından çok etkilendiği söylenir.

 

Bu koleksiyon sizin yaşam tarzınız haline gelmiş. Koleksiyonunuzu günlük hayatla nasıl birleştirdiniz?

 

Beni bir sanat eseri ilgilendiriyor ama ondan da çok bir yaşam stili ilgilendiriyor. Bu evde çok sayıda koleksiyon eşyası görüyorsunuz, hatta bazıları oldukça kıymetli eşyalar. Ama bunların hiçbiri bir vitrinin içinde durmuyor; hiçbiri dokunulmaz, yüceleşmiş ve bu hayattan kopmuş bir camın arkasında değil. Aksine günlük hayatımızın içindedir. Sanatın, tarihin, bir koleksiyonun gündelik hayatta o koleksiyonerin, ailesinin, arkadaşlarının hayatına giriyorsa benim için kıymeti vardır. Vitrinin arkasına kapalıysa, kapısından girilmeyen bir odada korunuyorsa bu çok aklıma yatmaz. Bir yakınlık hissetmem. Bence hayatla iç içe olması daha koruyucu oluyor. İnsan yabancılaştığı şeye karşı yakınlığını, onu koruma hissini kaybediyor ve bir sonraki kuşak da artık ondan öyle ürküyor ve korkuyor ki, bir nesneyi oradan alıp buraya koymaya çekinir hale geliyor. Halbuki hiç korkulacak birşey yok. Bu parçalara kolay kolay birşey olmaz, hepsi bizi gömer.

 

17 - 18 yaşında başladığınız koleksiyon yıllar içinde nasıl şekillendi? Koleksiyonunun içeriğinden bahseder misiniz?

 

Koleksiyonumun ana teması Osmanlı sanatı. Hat sanatı her zaman çok ağırlıklıydı, ondan sonra da Osmanlı kumaşları . Bunu içinde Osmanlı nakışları, dokumaları ve halılarını koyabiliriz. Ayrıca hoşuma giden pek çok eşyayı da topluyorum. Son yıllarda da kaplumbağa kabukları toplamaya başladım ve yepyeni bir tasarımıma ilham kaynağı oldular.

 

Hat sanatı zamanla kendi içinde branşlara ayrılmaya başladı. Osmanlı karalamaları, eskizleri topladım, bunlar hatların bir tür egzersizleri diyebilirim. Daha sonra da “silsile” dediğimiz tarikatların soy ağaçlarını biriktirmeye çalıştım.

 

Beni ilgilendiren Osmanlı’nın klasik çizgisinin dışına çıkan eşyalardır. Ama bunun için klasik Osmanlı’nın ne demek olduğunu çok iyi bilmek, tanımlamak gerekir.

 

(Tüm bunlardan apayrı olarak da kol düğmeleri biriktiririm.)

 

Peki, bu alımları yaparken bir danışmandan yararlanıyor musunuz yoksa her zaman kendi bilginizle mi ilerliyorsunuz?

 

Mutlaka fikir danışmam oluyordur ama kendi fikrimle ilerliyorum. Zaten ben Londra’da Osmanlı sanatı okudum, yani eğitimim bu alanda. Bir de, insanın gerçekten içinin sesini dinlemesi gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle etrafa sormanın da sonu yok.

 

Yani temel eğitim koleksiyonerliğin vazgeçilmezi diyebilir miyiz?

 

Mesela çok iyi bir dansçının klasik bir dans eğitimi görmesi gerekiyor. Çağdaş sanatçının da sanat tarihini çok iyi bilmesi lazım. Bu işin biraz temelini anlamak gerekiyor ki üzerinden türevlere gidilebilsin. Temeli kavradıktan sonra olağandışı şeyler ilginizi çekebilir ya da ilham alıp bundan yeni çağdaş tasarımlara, çağdaş bir sanata yol alabilirsiniz.

 

Bunun dışında “öğrenmek” ömür boyu süren bir süreçtir ve hiçbir zaman bitmemeli. Aldığınız eşyalarla yaşadıkça, onlara dokundukça çok şey öğreniyorsunuz. Eşyalar da size öğretiyor. Hatalarınız da belki size öğretiyor.

 

Alım yaparken bir kronolojiyi takip ettiniz mi?

 

Ben pek politika güderek veya bir kronolojiyi takip ederek alım yapmadım. “Şu sıralamada bu padişahın da şu parçası bende olsun” gibi dönemsel dertlerim olmadı. Her zaman sevdiğim şeyleri biriktirdim. Mantıksaldan ziyade benimki çok duygusal bir yaklaşım oldu ve sanki de duygusal olmalıymış gibi geliyor. Çünkü koleksiyon yapmak çok kişisel bir şey.

 

Müzayedelerle çalışıyor musunuz?

 

Açıkçası müzayedelerle çok çalışmıyorum. Daha çok kişilerden almak beni memnun ediyor, çünkü çok görülmemiş bir parçayı almak en büyük mutluluk.

 

 

Sanatın, tarihin, bir koleksiyonun gündelik hayatta o koleksiyonerin, ailesinin, arkadaşlarının hayatına giriyorsa benim için kıymeti vardır. Vitrinin arkasına kapalıysa, kapısından girilmeyen bir odada korunuyorsa insan yabancılaşır ve zamanla koruma hissini kaybeder.

 

 

Hiç elden çıkardığınız bir eser oldu mu?

 

Evet, sattığım olmuştur ama müzayede yoluyla değil, daha çok elden. Ancak bu gerçekten çok nadiren olmuştur çünkü ben pek onlardan ayrılamıyorum. Eski kıyafetlerimi bile veremem. Böyle bir huyum var, hep bir şekilde eşyalara bağlanıyorum.

 

Peki restorasyonun dozunu nasıl ayarlamak gerekiyor?

 

Ben yaşanmışlık çok seven bir insanım. Eski de olsa hep aldığım eserlerin orijinalini muhafaza etmek, yani mümkün olduğunca yaşanmışlık tadını korumak benim için çok önemli. Fazla restore edilmiş bir parça beni hep korkutuyor. Bu nedenle elimdeki parçaların bakımını çok yaptırırım, ama restore ettirtmem.

 

Koleksiyoner olmak sizce bir karar mı?

 

Koleksiyoner olmak bir karar değilmiş gibi geliyor bana. Mesela bir sanatçı olmak da bir karar değil. Bu, insanın içinden gelecek. Zaten eşyalara tutkuyla bağlanıyorsunuz ve onlara bir müddet sahip olmak çok büyük bir mutluluk oluyor. Burada koleksiyonerin eşyadan önce kendine yatırım yapması lazım. Koleksiyonerin kendisiyle olan bir işi olduğunu düşünüyorum. Okumak, müze ve sergi gezmek çok eğitici. Daha sonra ise bu alanın insanlarıyla hayatınızın kesişmesi, bu dünyanın içinde yapılan sohbetler, fikir alışverişleri çok besleyici oluyor. Nihayetinde ise gönlünün sesini dinlemeli insan.

 

Alım yaparken yatırım güdünüz var mıdır?

 

Bana hep “bir yatırım olarak koleksiyon” denir. Ben bunca senedir bu işin içindeyim ve hiçbir zaman “bu prim yapar” diye düşünmedim. Ben bir şeye sahip olduysam sevdiğim için olurum ve ne zaman kalbimin sesini dinlesem de başarılı oldum.

 

Evet, birçok koleksiyoner bunu söyler...

 

İlk yıllarımda “ben sevmedim ama kitaba uyuyor” diye düşünüp alım yaptığım da oldu. Ama hep bunlarda yanılmışım. Onun için dediğim gibi insanın kendiyle meşgul olması önemli. Daha sonra bir fikir, bir duygu yavaş yavaş oluştukça seçimleri de doğal olarak doğru olacak ve seçimler de belli bir çizgiyi takip ediyor olacak. Çünkü başkalarının fikrine uyarak iş yapılırsan dereden tepeden bir koleksiyon olur. Buna da bir koleksiyon denmez, yan yana duran toplama eşyalar olur.

 

Şu aralar neler yaptığınızı ve kitaplarınızı biraz anlatır mısınız?

 

British Museum’da İslam Sanatı master dersleri veriyorum. Bir de Assouline Yayınları için hazırlanan iki tane kitabım var: The Grand Bazaar (Kapalı Çarşı) ve Ottoman Chic (Osmanlı Şıklığı). İkisi de çok kişisel kitaplar.

 

Kapalı Çarşı kitabı; bir günümü kapalı çarşıda nasıl geçiririm, kimleri görürüm, ne yaparım, nerede yemek yerim, kimden alışveriş yaparım, kime eşyamı tamire bırakırım, nerede çay-kahve içerim gibi konuların üzerine kurulu. 36 tane esnafın hikayesi var. Çok gururlanıyorum, bu kitap basıldı, tükendi ve şu anda bir “collector’s item” (koleksiyon parçası) haline geldi. Kalanlar dünyada çok büyük paralara satılıyor.

 

İkinci kitap olan Osmanlı Şıklığı ise biraz bu evin ve bunca yıldır yaptığım işlerin üzerinden bir “Osmanlı şıklığını” nasıl algıladığımı anlatıyor. Özündeki mesaj şu: bütün bu eşyalar, evler, giyimler, kuşamlar hepsi boştur. Esasında gerçek şıklık kişinin kafasındadır. O evde yaşayan kişinin kafasının içi şıksa onun bütün hali, tavrı, kullandığı kelime, kullandığı eşya ve otomatik olarak seçtiği eşya da şık olur.

 

Tasarımcı kimliğinizden biraz bahseder misiniz?

 

Yirmi senedir Vakko’nun Osmanlı’dan ilham alan döşemelik kumaşlarını tasarlıyorum. Herend Macar Porselenleri var. Herend markası için Osmanlı desenli porselenler tasarladım. Senelerce tarihi binaların dekorasyon işlerini yaptım. Son olarak da kaplumbağalara olan tutkum, beni tasarım dünyasında kaplumbağalı tasarımlar yapmaya itti. “Serdar Gülgün İstanbul” adlı yeni bir marka oluşturdum ve bu çatı altında kaplumbağaları kullandığım şekerlikler, şamdanlar, sahanlar, lambalar gibi objeler tasarlıyorum.

 

“Koleksiyonun bir süreliğine sahibiyim” dediniz. Sizden sonra ne olacak? Ne gibi bir hayaliniz var?

 

Benim çocuğum yok. Fakat iki tane yeğenim var ve bu işleri çok seviyorlar. Umarım onlar bir şekilde devam ettirirler. Aslında bu işin adeti böyle, hep bir şekilde toplanır, bir daha dağılır ve bir daha toplanır. Ama en azından ben bugün yaptıklarımla koleksiyonumu bir sonraki kuşağa taşıma vazifemi yapmış bulunuyorum. Her parçanın bakımı yapıldı, toparlandı ve bu evin ömrü uzadı. Bundan sonra artık kim ne yapar bilmiyorum. Ama en güzel şekilde devam ettireceklerinden hiç şüphem yok.

 

Koleksiyonunuzda öne çıkarmak istediğiniz, duygusal olarak en bağlı olduğunuz parçalar hangileri?

 

Bu koleksiyonun içinde özellikle Abdülmecit’in portresine dikkat çekmek isterim. Onu tesadüfen bir antikacıda görüp aldım. İlginç olanı Macar Feyzullah Paşa’ya savunma hakkı veren de kendisi. Daha sonra Assouline’ın çıkarttığı “Ottoman Chic” kitabımın kapağına da bu eseri koydular. Dolayısıyla hayatımda manevi değeri çok yüksek.

 

Duygusal olarak bağlı olduğum diğer parçalar annemin vefatından sonra bu eve gelen, alt katta yer alan bir çift kavukluk.

 

Ben aslında bu parçaların kendisinden ziyade onların yarattığı atmosfere bağlıyım. Bazı daha akademik koleksiyonerler, müzeci gibi parça üzerine odaklanıyor. Ben oluşan bütünlüğü tekil parçalardan daha çok seviyorum. Benim için bütünü kavrayan ve duyulara hitap eden bir dünya oluşması daha derinlikli ve etkileyici.

 

Kaplumbağa kabuklarına olan ilginiz nereden geliyor?

 

Eskiden imparatorların “nadire kabineleri” varmış. O devirde dünyanın öbür ucundaki hayvanlar, meyveler bilinmiyormuş ve elde ettikleri ilginç parçalar bu kabinelerde toplanırmış. Bu nedenle bana göre bir koleksiyonun illa ki bir sanat eserinden oluşması gerekmiyor. Doldurulmuş hayvanlar (örneğin bir devekuşu) ve kimsenin bilmediği bir fil dişi de beni ilgilendiriyor.

 

Ayrıca, bu kabinelere öyle bir kutu yapıyorlar ki, eşyayı taşıyan stant eşyanın kendisinden daha kıymetli oluyor. Bu tezatlık beni çok etkiliyor, eşyaya bir maneviyat sağlıyor. Nadire kabinelerinde kaplumbağa kabuklarının büyük yeri var. Ben de bu kabukları toplamaya ve bazılarını objeye çevirmeye başladım. Uzak Doğu’da yaşayan yeğenim senelerce her geldiğinde bana kaplumbağa kabuğu getirdi. Kaplumbağa arkaik bir hayvan, neredeyse bir dinazor gibi. Sırtında evi olması, bağımsızlığı beni çok etkileyen özellikler. Koleksiyonumda tuttuğum orijinal parçalar dışında onlardan bronz olarak yaptığım büyüteçler, sahanlar, şekerlikler Assouline çatısı altında “Serdar Gülgün İstanbul” markası adı altında satılıyor.

 

Böyle bir ortamda kaplumbağa kabukları ile karşılaşmak ister istemez Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı tablosunu akla getiriyor. O dönemle nasıl bir bağ kuruyorlar?

 

Lale Devri’nde, gece karanlıkta kaplumbağaların sırtında mumlarla serbestçe lale bahçelerinde dolaşıyor olması çocukluğumdan beri ilgimi çekmiştir. Bu fikir beni çok etkilediği için yıllardır her yaptığım projeye bir tane sırtında mum olan kaplumbağa hediye ederdim. Seneler içinde evlerini yaptığım kişiler bana neden bunu işe çevirmediğimi sormaya başladı. İşte sonunda da dönüştü.

 

Koleksiyonerlikle ilgili dikkat edilmesi gereken en önemli hususlar sizce nelerdir?

 

Koleksiyonerlik harika bir şey, fakat çok maddiyata odaklı gözüküyor. Çünkü işin özünde bir eşyaya sahip olmak ve onu biriktirmek var; oysa bence manevi değeri daha ön planda olmalı. Bence koleksiyoner olmak için illa çok kıymetli şeyler biriktirmek gerekmiyor. İsterseniz peçete bile biriktirebilirsiniz.

 

Aynı zamanda insanı hızla ele geçiren, bağımlılığa dönüşen bir alışkanlık. O nedenle tutku, sabit fikir, bir obsesyon haline gelebilir. O noktalara getirmemeye dikkat etmek gerekiyor. İnsanlar aldıklarına değil, alamadıklarına üzülmeye başlıyor. Halbuki sahip olduklarının kafi ve yeterince mutlu edici olduğunu görmeleri lazım.

 

 

 

Bu röportaj, TEB Özel için Art50.net adına Yasemin Elçi tarafından gerçekleştirilmiştir.

Serdar Gülgün, portre
1/7
Serdar Gülgün, portre
2/7
Serdar Gülgün, portre
3/7
Serdar Gülgün'e annesinden kalan kavukluk
4/7
Kaplumbağa Kabuğu Koleksiyonu
5/7
Macar Feyzullak Paşa Köşkü, alt kat, yemek odası
6/7
Sultan Abdulmecid portresi
7/7